Monologlar Müzesi, İstanbul Hikayeleriyle Sezonu Kapattı

Monologlar Müzesi, İstanbul Hikayeleriyle Sezonu Kapattı


İstanbul’un insan hikâyelerini tarihi Yuvakimyon Rum Kız Lisesi’nde sahneye taşıyan “Monologlar Müzesi - Yuvakimyon”, sezon finalini usta oyuncu Deniz Türkali’nin sahnelediği “Ah!” dahil kısa oyunlarla gerçekleştirdi.

Tarihi atmosferde gerçekleşen sezon finalinde, İstanbul’un farklı dönemlerine ait birçok hikâye ve kahramanın iç dünyasını anlatan samimi ve etkileyici monologlar izleyiciyle buluştu. Şehrin yaşayan hafızasına tanıklık eden seyirciler, insan ruhunun derinliklerine dokunan bu özel deneyimi büyük bir ilgiyle takip etti. İstanbul hikâyeleri, 143 yıllık tarihi Yuvakimyon Rum Kız Lisesi’nin farklı sınıflarında sahnelendi.

Proje tasarım ve küratörlüğünü Ahmet Sami Özbudak’ın üstlendiği “Monologlar Müzesi”, İstanbul’un sosyal ve kültürel dokusunu farklı karakterlerin sesinden aktarmayı amaçlıyor. Proje, her biri farklı yaşam kesitlerinden izler taşıyan monologlarla tiyatroseverlere eşsiz bir deneyim sunuyor.

Deniz Türkali’den Sarsıcı Bir Performans: “Ah!” Seyirciyle Buluştu
Yaşam kılavuzunun itinayla elinden alındığı bir coğrafyada, yeni bir güne uyanmanın kırılganlığı… “Ah!”, bu kırılganlığı sahneye taşıyan yalın ama çarpıcı bir oyun. Fatma Onat’ın kaleme aldığı, Barış Gönenen’in yönetmenliğini üstlendiği yapımda sahneye çıkan usta oyuncu Deniz Türkali, iç dünyasının karmaşasında bir süreliğine tanıklığını çantasına kaldıran bir kadını canlandırıyor.

Türk tiyatrosunun güçlü ve özgün isimlerinden biri olan Deniz Türkali, bu tek kişilik performansta sadece bir karakteri değil; kuşakların hafızasına işlemiş kadınlık hallerini, suskunlukları, isyanları ve hayatta kalma biçimlerini bedeninde taşıyor. Sözün bittiği yerde bakışlarıyla konuşan, her duraksamasında izleyiciyi kendi iç yolculuğuna çağıran Türkali, seyircisini adeta büyülüyor.

Sahneye adımını attığı ilk andan itibaren güçlü varlığıyla tüm salonu saran Türkali, oyun boyunca hem kırılgan hem dirençli, hem suskun hem anlatıcı bir figüre dönüşüyor. Oyunun incelikli diliyle ustaca bütünleşen oyunculuk, “Ah!”ı yalnızca izlenen bir tiyatro eserinden çok, izleyenin ruhuna işleyen bir deneyime dönüştürüyor.

“Ah!”, bir kadının iç sesiyle hayata dair suskun çığlıklarını dillendirirken, Deniz Türkali’nin yılların birikimiyle harmanladığı performansı sayesinde uzun süre akıllardan çıkmayacak bir sahne deneyimi sunuyor.

Osman Hamdi’nin Tablosundan çıkan Kaplumbağa Zühtü’nün hikayesi
Sezon boyunca sahnelenen oyunlar arasında en dikkat çekici yapımlardan biri, şehrin belleğinde sessiz ama derin izler bırakan “Zühtü” adlı eser oldu. Münip Melih Korukçu’nun kaleme aldığı oyun, İstanbul’un yaşayan tanıklarından biri olarak kurgulanan Kaplumbağa Zühtü’nün 150 yıllık kent macerasını anlatıyor.

Zühtü yalnızca bir kaplumbağa değil; Osman Hamdi Bey’in “Kaplumbağa Terbiyecisi” adlı ünlü tablosundan çıkıp yavaş adımlarla bu kente karışmış bir zaman yolcusu. Osmanlı’dan Cumhuriyet’e, darbelerden dönüşen semtlere, betonlaşmadan göç dalgalarına kadar pek çok tarihi kırılma anına tanıklık eden Zühtü’nün hikâyesi, hem hüzünlü hem mizahi bir dille sahnede hayat buluyor.

Bu sıra dışı karaktere sahnede can veren Burak Üzen, hem fiziksel anlatımı hem de duygusal geçişleriyle övgüye değer bir performans sergiliyor. Oyunculuğunda sadece bir karakter değil, bir şehrin yaş almış ruhu, bir dönemler arası köprü ve hafızaya kazınmış bir İstanbul yankılanıyor.

Yavaş ama ısrarlı adımlarla kentte gezinen Zühtü, bir bakıma İstanbul’un vicdanı olarak beliriyor. Her şeyin hızla değiştiği, unutulduğu ve tüketildiği bir dünyada, Zühtü’nün ağır ama farkındalıklı yürüyüşü seyirciye zamanın kıymetini, hatırlamanın gücünü ve kentle kurduğumuz duygusal bağın önemini hatırlatıyor.

Zühtü”, yalnızca bir oyun değil; İstanbul’un geçmişine yazılmış edebi bir mektup, bir kaplumbağanın sırtında taşınan ortak bir hafıza.

Gerçek Bir Kurtuluş Hikâyesi: “Regine”
Sezonun dikkat çeken yapımlarından biri de, gerçek bir hikâyeden ilham alan “Regine” oldu. İstanbul açıklarında batan Salvador adlı gemiden kurtulan Regine’nin, yanında bir albatrosla birlikte çıktığı zorlu ve umut dolu yolculuk sahnede hayat buldu.

Ozan Ömer Akgül’ün kaleminden çıkan oyun, “Eve gitmek istiyorum!” diyen Regine’nin içten ve yalın arzusunu, ardından gelen “Peki o ev nerede?” sorusuyla derinleştirerek, izleyiciyi sadece fiziksel değil, ruhsal bir yolculuğa davet ediyor. Oyunun temposu ve anlatımı, kayboluş ve yeniden bulunuş temalarını eşsiz bir şekilde harmanlıyor.

Tuğçe Tanış ve Duygu Pelit’in sahnedeki uyumu ve başarılı performansları, oyunun duygusal atmosferini güçlendirdi. İki oyuncu, karakterlerin çaresizlikle umut arasında gidip gelen duygu durumlarını, izleyicinin kalbine dokunan incelikle yansıttı. Özellikle Regine karakterini canlandıran oyuncunun sahnedeki varlığı, yaşanan trajediyi ve içsel mücadeleyi gözler önüne seren dokunaklı anlara imza attı.

“Regine”, yalnızca bir kurtuluş hikayesi değil, aynı zamanda aidiyet, ev kavramı ve insanın içsel yolculuğuna dair düşündüren ve hissettiren bir tiyatro deneyimi olarak izleyicilerde derin izler bıraktı.

İstanbul’un Kayıp Sabahı: 7 Eylül
“1955” ile Hafızanın Karanlık Sayfası Sahnedeydi: Burcu Halaçoğlu’ndan Unutulmaz Bir Yorum

Tarihin acı ve utanç dolu sayfalarından biri olan 6-7 Eylül 1955 olayları, “1955” adlı oyunla sahneye taşındı. İstanbul’un yalnızca Rum değil, Ermeni, Yahudi ve diğer gayrimüslim yurttaşlarını da derinden yaralayan o zifiri gecenin ertesi sabahına uyananların sessiz çığlığı, tiyatro sahnesinde yankılandı.

Sema Elcim’in kaleme aldığı, Kerem Pilavcı’nın yönettiği oyun, linç kültürünün, organize şiddetin ve devlet destekli nefretin bireyler üzerindeki yıkıcı etkisini sade ama etkileyici bir dille anlatıyor. Oyun, olayları bizzat yaşayan bir öğretmen olan Madam Argiri’nin gözünden aktarılıyor.

Bu zor rolü büyük bir içtenlikle canlandıran Burcu Halaçoğlu, sahnede adeta dönemin ruhunu bedenine taşıdı. Halaçoğlu’nun karaktere kattığı içsel derinlik, izleyiciyi yalnızca bir tanık değil; adeta bir tanıdık, bir komşu, bir insan olarak o sabaha götürdü. Sessizlikteki sarsıntılar, tek bir bakışta yankılanan acılar, onun oyunculuğuyla anlam buldu. Performansı, gecenin korkusunu ve sabahın çaresizliğini iç içe geçirerek izleyiciyi hem duygusal hem vicdani bir yüzleşmeye çağırdı.

Oyunda Halaçoğlu’na eşlik eden Murat Aydemir ve Selenay Yıldırım da sahnedeki çok sesli anlatıyı başarıyla destekledi. Dönemin karanlık izleri, bireysel hafızalardan kolektif belleğe taşınırken, metin ve oyunculuk büyük bir duyarlılıkla buluştu.

“1955”, yalnızca bir tarih anlatısı değil; bugüne ve geleceğe uzanan bir uyarı niteliğinde. “Monologlar Müzesi” kapsamında sahnelenen bu çarpıcı yapım, tiyatronun hatırlatma ve hatırlatma sorumluluğunu güçlü bir biçimde yerine getirdi.

“Bekleyen Dargın Anılar”: Balat Sokaklarında Yankılanan Aşk
Sezonun en etkileyici yapımlarından biri olan “Bekleyen Dargın Anılar”, bir kadının çocukluğundan başlayarak 40’lı yaşlarına dek süren kırık dökük aşk hikâyesini sahneye taşıdı. Talin Azak’ın duygusal derinliği yüksek kaleminden çıkan metin, Ahmet Sami Özbudak’ın incelikli rejisi ve Sinem Öztürk’ün dramaturgisiyle sahnede güçlü bir anlatıya dönüştü.

Oyunun merkezinde yer alan Pınar Yıldırım, tek kişilik bu zor rolü hem içten hem de etkileyici bir şekilde canlandırdı. Yıldırım, Balat sokaklarının hafızasında dolaşan bir kadının yalnızlıkla, bekleyişle ve imkânsız aşkla örülü hikâyesini kimi zaman bir şarkıyla, kimi zaman bir kahkahayla, kimi zaman ise sadece sessizliğiyle anlatmayı başardı. Seyirci, onunla birlikte geçmişin izlerini taşıyan odalarda dolaştı, şarkıları birlikte söyledi.

Pınar Yıldırım’ın sahnedeki varlığı, yalnızca bir karaktere değil, bir kuşağın duyulmayan iç sesine dönüşüyor. Oyuncunun sahneye taşıdığı incelikli duygular ve zaman zaman yükselen çocuksu neşe, oyun boyunca izleyicinin kalbine dokunan samimi ve çok katmanlı bir deneyime kapı araladı.

“Bekleyen Dargın Anılar”, yalnız bir kadının hikâyesi gibi görünse de, aslında sevmekten vazgeçemeyen tüm kalplerin bir anısına dönüşüyor. Hem geçmişle hem kendisiyle hesaplaşan bir kadının iç dünyasını bu denli derinlikli ve sahici biçimde sahneye taşıyan Pınar Yıldırım, sezonun en güçlü performanslarından birine imza attı.

"Kapı Kilit" Bir oyundan öte
Onur Erdemir'in yazdığı İrem Aslanhan ve İlayda Erdinç'in canlandırdığı iki kardeşin babalarıyla yaşadığı çatışmayı anlatıyor.

“Koş!”: Bir Bedenin, Bir Toplumun Tükenişi
Yuvakimyon Rum Kız Lisesi’nin tarihi atmosferinde izleyiciyle buluşan “Koş!”, çağımızın bitmek bilmeyen hız ve performans baskısını sorgulayan çarpıcı bir yapım olarak sezonun son hikâyesi oldu.

Kerem Pilavcı’nın yazdığı, Tuğçe Tanış’ın yönettiği “Koş!”, Samet Kaan Kuyucu’nun beden odaklı sarsıcı performansıyla oyun , bireyin toplumsal sistem içerisinde sürekli koşmak zorunda bırakıldığı bir döngüyü merkezine alıyor. Yorucu tempo, bitmek bilmeyen görevler, neye yetiştiğini bilmeden geçen günler... Tüm bu karmaşanın içinde karakter, seyirciye yalnızca fiziksel olarak değil; ruhsal olarak da nasıl tükenildiğini anlatıyor.

“Koş!” yalnızca bireysel bir hikâyeyi değil, çağımızın kolektif yorgunluğunu sahneye taşıyor. Karakterin dünyası, popüler kültürün hafızasında yer etmiş Mirkelam’ın “Her Gece” klibi ile sinema tarihinin unutulmazlarından Forrest Gump’ın metaforik “koşusu”ndan esinleniyor. Ancak bu kez koşmak bir özgürlük değil; sistemin yüklediği görünmez bir zorunluluk olarak karşımıza çıkıyor. Oyunun ritmi ve görsel dili, bu baskıyı izleyiciye her an hissettiriyor.

Yuvakimyon Rum Kız Lisesi’nin tarihi atmosferinde gerçekleşen gösterim, “Monologlar Müzesi”nin kentle ve insan hikâyeleriyle kurduğu güçlü bağı bir kez daha ortaya koydu. İstanbul’un kültürel hafızasını sahneye taşıyan proje, sezon boyunca büyük ilgi gördü.

Yeni sezona dair hazırlıkların hızla sürdüğü “Monologlar Müzesi”, özgün dili ve toplumsal duyarlılığıyla tiyatro dünyasında kendine sağlam bir yer edinmeye devam ediyor.
 

Google+ WhatsApp