
NEŞET GÜNAL ATÖLYESİ’NDEN BUGÜNE SESSİZ DİYALOGLAR
Brieflyart Galeri, 'Ağaçlar Gibi Konuşmak' adlı sergiyi sanatseverlerle buluşturdu. Serginin küratörü Aslı Bora ile serginin teması, sanatçıların eserleri ve serginin izleyiciyle buluşturduğu duygusal bağ üzerine konuştuk Söyleşi: Serpil Boydak
Brieflyart Galeri, yeni sezonda köklü bir sanat geleneğini bugünün izleyicisiyle buluşturuyor. Sanat tarihçisi Aslı Bora küratörlüğünde hazırlanan “Ağaçlar Gibi Konuşmak” sergisi, İstanbul Devlet Güzel Sanatlar Akademisi’nin köklü geleneğini ve Neşet Günal Atölyesi’nden yetişen sanatçıların üretimlerini bir araya getiriyor. Neş’e Erdok, Hüsnü Koldaş, Kemal İskender, Nedret Sekban, Resul Aytemür ve Ahmet Umur Deniz’in eserlerinden oluşan seçki, aynı atölyeden beslenmiş farklı kuşakların ortak duyarlılıklarını ve özgün yaklaşımlarını görünür kılıyor. Aslı Bora serginin ismini şair Rainer Maria Rilke’nin “Ağaçların arasında yalnız hissetmez insan; onlar hep birlikte ayakta durur,” dizelerinden ilham almış. Sergi, bir arada olmanın hem yükünü hem de ferahlığını sanat aracılığıyla gösteriyor.
“Ağaçlar Gibi Konuşmak”, geçmişle bugünü, öğretmenle öğrenciyi; aynı kökten beslenmiş ama farklı yönlere dallanmış bir düşüncenin varlık alanında buluşturuyor. Biz de serginin kavramsal çerçevesini ve bu sessiz diyalogların arkasındaki düşünceyi konuşmak üzere serginin küratörü, sanat tarihçisi Aslı Bora ile bir araya geldik. Aslı hanımla, bu çok katmanlı serginin oluşum sürecini, kavramsal çerçevesini ve sanatçıların iş birliğini konuştuk.
Aslı hanım, “Ağaçlar Gibi Konuşmak” sergisinin temel çıkış noktası neydi? Rilke’nin dizeleriyle sergi arasında nasıl bir bağ kurdunuz?
“Ağaçlar Gibi Konuşmak” bir varoluş biçiminin yeniden hatırlanışı olarak kurgulandı. Rilke’nin “Ağaçların arasında yalnız hissetmez insan; onlar hep birlikte ayakta durur” dizesi, serginin poetik ve düşünsel eksenini kuran bir tür ontolojik zemin sundu. Bu dizelerdeki birlikte var olma fikri, serginin de temelini oluşturan sessiz dayanışma, aynı mekânda yetişmekten doğan “olağan bağ ve kök salmanın” metaforik gücüyle buluştu.
Akademi’nin koridorlarında birikmiş deneyimlerin, kuşaklar boyunca solunan aynı yaratıcı atmosferin bugün hâlâ nasıl devindiğini, birbirine görünmeden de olsa aktarılan üretim biçimlerini en iyi ifade eden imge ağaçtı. “Ağaçlar gibi konuşmak”, sözcüklerin ötesinde bir varlık iletişimini, yani insanın dünyayla kurduğu sessiz ama derin diyaloğu ima ediyor. Bu bağlamda sergide yer alan sanatçıların işleri, bireysel seslerin ötesine geçerek kolektif bir hafızanın farklı yankılarını oluşturuyor; her biri kendi köklerinden beslenirken, aynı toprağın ortak anlam katmanlarında buluşuyor.
Farklı kuşaklardan altı sanatçıyı aynı çatı altında bir araya getirmek kolay bir iş değil. Bu sanatçıları nasıl belirlediniz?
“Ağaçlar Gibi Konuşmak”ın sanatçı seçkisi, tematik bir küratöryel tercihten çok, bir düşünme biçiminin izini sürme çabası olarak okunabilir. Bu altı sanatçıyı bir araya getirmek, aynı ormanın farklı çağlarda yeşermiş ağaçlarını yan yana getirmek gibiydi. Neş’e Erdok’tan Ahmet Umur Deniz’e uzanan çizgi, yalnızca bir kuşaklar dizisi değil, aynı zamanda resimle düşünmenin evrimini görünür kılan bir süreklilik alanını temsil ediyor. Hepsi Akademi’nin aynı damarından, Neşet Günal Atölyesi’nin biçimsel ve düşünsel mirasından beslenmiş, fakat zamanla kendi imgelerini, kendi biçimlerini yaratmış isimler.
Gombrich’in de belirttiği gibi, sanat tarihi bir kopuşlar zinciri değil, “devam eden diyaloglar”ın tarihidir. Bu sanatçılar da o diyaloğun farklı tonlarını temsil ediyorlar. Biri biçimle, diğeri ışıkla, bir başkası yüzeyin dokusuyla konuşuyor ama özünde hepsi aynı kökten gelen bir görsel dilin yansımalarını taşıyor.
“Belleğin Bugüne Yolculuğu”
Basın bülteninde serginin, Neşet Günal Atölyesi ve İstanbul Devlet Güzel Sanatlar Akademisi’nin belleğini bugüne taşıdığı ifade ediliyor. Bunu biraz açabilir misiniz?
Seçkinin kuşaklararası tavrını belirleyen en esaslı unsur, Neşet Günal atölyesinden geçmiş olmanın taşıdığı ortak bilinçtir. Her biri farklı tarihsel uğraklarda, farklı toplumsal koşullar içinde üretim yapmış olsa da, Günal’ın öğrencilerine aktardığı özde hep insan vardır. Bu “insan”, salt bir figür değil, varlığın ağırlığını taşıyan, dünyadaki yerini sorgulayan etik bir varoluş kipidir.
Neşet Günal için figür, görünen bir biçim değil, anlamın yoğunlaştığı bir varlık alanıdır. O, bedeni yüzeyde duran bir unsur olarak değerlendirmek yerine dünyanın çelişkilerini ve direncini içinde taşıyan bir imge olarak kavrar. Onun atölyesinde figür, insanın yalnızlığını değil, aynı zamanda dayanma gücünü, varoluşun etik sorumluluğunu da ifade eder. Bu düşünce hattı, atölyesinden yetişen kuşaklarda farklı estetik yönelimlerle yeniden biçimlenmiştir. Neş’e Erdok, toplumsal gerçekçi geleneği figürün psikolojik derinliğine taşıyarak insanın çıplak varoluş hâlini doğrudan bir yüzleşmeye dönüştürür. Nedret Sekban, mekân ile beden arasındaki geçirgenlikte, insanın doğayla kurduğu ontolojik bağı araştırır. Hüsnü Koldaş, figürü simgesel bir dile dönüştürerek insanın içsel çatışmalarını plastik bir soyutlama içinde yeniden kurar. Kemal İskender, düşünsel bir resim anlayışıyla biçim ile kavram arasındaki ilişkiyi felsefi bir zeminde tartışmaya açar. Resul Aytemur, geçmişle şimdi arasında bir görsel arkeoloji kurar. Ahmet Umur Deniz ise figürün iç dünyasını da gözeterek, insanın hem maddi hem imgesel varlığını sorgulayan bir anlatım dili geliştirir.
Bu nedenle sergideki bağ, bir biçimsel yakınlıkta değil, düşünsel bir süreklilikte aranmalıdır. “Ağaçlar Gibi Konuşmak”, yalnızca geçmişle bugünü değil, öğretmenle öğrenciyi, aynı kökten beslenmiş ama farklı yönlere dallanmış bir düşüncenin varlık alanında buluşturur.
Kuşaklar arası sessiz diyaloglardan söz ediyorsunuz. Bu diyalog sizce nasıl kuruluyor? Ve izleyici bu diyaloğun neresinde?
Kuşaklar arası sessiz diyalog, görünür olanla görünmeyen arasında kurulan bir sezgi esasen. Bu diyalog, doğrudan sözcüklerle değil, biçimlerin, renklerin, sessizliklerin ve hafızanın titreşimleriyle aktarılıyor.
Her sanatçı, kendinden önce gelenin bıraktığı izlerle konuşur; ancak bu bir tekrar olarak değil, bir yol gösterme olarak algılanmalıdır. Bu bağlamda yine orman metaforuna başvurabiliriz. Bu izleri tıpkı ormanda bir ağacın rüzgârla hışırdayışının, yanındaki ağacın dalında farklı bir sesle karşılık bulmasına benzetebiliriz.
“Ağaçlar Gibi Konuşmak”ta bu diyalog, ortak bir kökten beslenip farklı yönlere uzanan yaratıcı duyarlıklar arasında kuruluyor. Neşet Günal’ın insana dair ortaya koyduğu birikimin kuşaklar boyunca nasıl yankılandığını görüyoruz.
İzleyici ise bu diyaloğun dışında değil, tam merkezinde. Çünkü diyalog, ancak bir tanıklıkla tamamlanır. İzleyici, bu sessiz konuşmayı duymakla kalmaz, kendi anısı, kendi zamanı, kendi varlık deneyimiyle o sessizliğe yeni anlam aşamaları ekler. Bu yüzden sergi, yalnızca sanatçılar arasında değil, sanatçıyla izleyici arasında da kurulan bir ortak düşünme alanıdır.
Neş’e Erdok, Hüsnü Koldaş, Kemal İskender gibi sanatçılar yıllardır Türk sanatının yapıtaşları arasında. Onlarla bugünün daha genç isimleri arasında nasıl bir görsel ve kavramsal köprü kurdunuz?
“Ağaçlar Gibi Konuşmak” aslında bir köprü kurmaktan çok, o köprünün zemininde duran ortak bir bilinci görünür kılma çabası. Neş’e Erdok, Hüsnü Koldaş, Kemal İskender gibi sanatçılar, figürün ötesinde insanı düşünen, resimle varlık üzerine konuşan bir kuşağın temsilcileri. Onların ürettikleri, biçimsel değil düşünsel bir sürekliliğin halkaları. Neşet Günal’dan itibaren figür, görünene dair bir temsil olmaktan çıkar; insanın sosyolojik ve varoluşsal boyutlarını taşıyan bir fenomen hâline gelir. Bu düşünce, yıllar içinde biçim değiştirerek farklı sorgulama alanları açmıştır.
Sergi, bu dönüşümün izlerini bir dualite üzerinden değil, içsel bir hareket üzerinden kuruyor. Burada geçmiş, bugüne aktarılan bir kalıntı yerine kendi potansiyelini hâlâ içinde taşıyan canlı bir düşünce olarak var. Genç kuşak sanatçılar bu potansiyeli yeniden harekete geçiriyorlar. Bu bağlamda kimi resimsel sessizliği yeni bir direnç alanına dönüştürüyor, kimi insana ilişkin sorgulamayı mekân ya da beden üzerinden yeniden tanımlıyor.
Dolayısıyla “Ağaçlar Gibi Konuşmak” bir temsil zincirinden çok, düşüncenin kendi sürekliliğini araştırıyor. Her sanatçı, o zincirin başka bir halkasında yer alıyor ama aynı kök sistemine bağlı kalıyor. Geçmişle bugün arasındaki ilişki burada doğrusal bir izlek sunmuyor. Tam aksine kaotik, dallanan, birbirine dokunan, kimi yerde çatallanan bir düşünce hareketi gibi iç içe geçmiş bir yapı. Bu yüzden sergi, ustalarla gençleri yan yana getirmekten öte, onların aynı sessiz düşünme alanında buluştuğu bir zemini işaret ediyor.
“Bireyselden Toplumsala: Ortak Hafıza”
Sergide yalnızca bireysel anlatılar değil, toplumsal hafıza da ön planda. Bu yönüyle sergi günümüz izleyicisine ne söylüyor?
Sergi, bireysel anlatıların toplamı olmaktan çok, ortak bir anımsama biçimi öneriyor. Her bir iş, kişisel olanın içinden toplumsal olana sızıyor. Bu sayede izleyici, kendi hafızasıyla yüzleşmeye davet ediliyor. “Ağaçlar Gibi Konuşmak” bugünün hız ve unutma çağında, hatırlamanın hâlâ değerli olduğunu alçak sesle söylüyor. Bu söylemin sessiz ama ısrarlı bir biçimde olduğunu vurgulamak isterim.
Sergi metninde eserlerin kendi “ritmi” olan bir ortam yarattığı belirtiliyor. Bu ritmi oluştururken mekânsal yerleştirmede nasıl bir yol izlediniz?
Mekânsal yerleştirmeyi, görsel bir diyalektiğin dışında ele aldık. Brieflyart, böyle bir kurgu için oldukça uygun bir alan.
Her işin kendi iç zamanı, kendi sessiz nabzı vardı; amaç bunları bastırmadan bir aradalık içinde duyulur kılmaktı. Mekân, bu farklı ritimlerin birbirine temas ettiği, bazen uyumlu bazen gerilimli karşılaşmaların alanına dönüştü. İzleyici bir işten diğerine geçerken, aslında resimlerin değil, düşüncelerin temposunu takip ediyor. Böylece sergi, bir anlatıdan çok, zamanın farklı biçimlerde aktığı bir varlık alanı kuruyor. Brieflyart’ın dokusu bu kurguya çok uygundu.
Her sanatçının işinin sergideki genel atmosferde farklı bir “ağaç” gibi durduğu söylenebilir mi? Kendi alanını açıyor, ama bir ormanın parçası olarak da yaşıyor. Bu metaforu biraz anlatır mısınız?
Bu metafor, serginin temel düşünsel ekseninin bir özeti. Her sanatçının işi kendi kökleri, gövdesi ve dallarıyla bağımsız bir “ağaç” gibi duruyor. Öyle ki kendi alanını, ışığını, yönünü bulmuş birer ağaç bunlar. Fakat bu bireysellik aynı zamanda bir bütünün parçası olmayı da dışlamıyor. Sergiye baktığımızda, her bir işin kendi biçimsel ve kavramsal dilini korurken, diğer işlerle olağan bir ilişki halinde olduğunu hissediyoruz. Bu, ormanda tek başına büyüyen bir ağacın aslında diğerlerinin nefesinden, gölgesinden, toprağından beslenmesi gibi.
“Ağaçlar Gibi Konuşmak” ifadesi tam da bu dengeyi, bireysel köklenme ile kolektif varoluş arasındaki o sessiz diyaloğu, anlatıyor. Her sanatçı kendi toprağını açıyor, kendi imgesini büyütüyor; ama aynı zamanda yanındakiyle, geçmişle ve gelecekle de konuşuyor.
“Küratörlük ve Kişisel Tanıklık”
Bu sergi sizin küratöryel pratiğiniz içinde nasıl bir yerde duruyor? Daha önceki projelerinizle karşılaştırıldığında ne gibi farklılıklar var?
“Ağaçlar Gibi Konuşmak” üzerine çalışmanın küratörlük pratiğini aşan bir yönü vardı. Bir sanat tarihçisi olmanın ağırlığı bu çalışmada çok daha baskındı. Akademi’nin yetiştirdiği, aynı atölyenin değişik jenerasyonları ile yola çıkmak, Türk resminin sayfalarında dolaşmak gibiydi. Dahası ben de aynı koridorlarda geçmiş, aynı okulda eğitim almış bir sanat tarihçisiyim, projeyi hazırlarken bu ekibin bir devamı olduğumun farkına vardım. Aynı bütünün zamana yayılmış parçaları gibiydik ve bir anlamda ben de bu sessiz diyaloğun sergideki son halkasıydım. Dolayısıyla sadece bir küratör olmak seçkiye bakışımı sınırlandırabilirdi. Oysa aynı geleneğin içinden gelen bir sanat tarihçisi olarak, anlatıyı kurarken tarihsel doğrulukla kişisel tanıklık arasında sürekli bir denge kurmam gerekti. Böylece her bir sanatçıyla kurduğum diyalog, aynı zamanda geçmişle, akademiyle ve mirasla kurulmuş bir konuşmaya dönüştü.
Dolayısıyla bu sergide hissettiğim şey bir “parçası olma” hâlinden ziyade, o parçayı doğru biçimde anlatma sorumluluğuydu. “Ağaçlar Gibi Konuşmak” benim için bir sergi olmanın ötesinde, kendi köklerimle de buluştuğum; sanat tarihçisi olmanın mesafesini korurken aynı zamanda o belleğe içerden tanıklık etmenin gerekliliğini hissettiğim bir çalışma oldu.
Bugün, özellikle gençler sanatçılar için bu tür kuşaklar arası buluşmalar neden önemli?
Kuşaklar arası buluşmaların önemi, sanatta sürekliliğin ve dönüşümün aynı zeminde var olabildiğini göstermesindedir. Hiçbir sanatçı “boşlukta” üretim yapmaz; her ifade biçimi, geçmişin görme ve düşünme biçimlerinden beslenir. Sanat tarihçisi Michael Baxandall’ın tanımıyla, sanatın dili yalnızca bireysel yaratıcılıkla değil, dönemin gözünün (yani kültürel, toplumsal ve zihinsel koşulların) belirlediği algı yapısıyla da ilişkilidir.
Bu açıdan bakıldığında, kuşaklar arası karşılaşmalar genç sanatçılara yalnızca biçimsel bir miras değil, görsel düşünmenin tarihsel boyutunu kavrama olanağı sunar. “Ağaçlar Gibi Konuşmak” sergisi bu anlamda bir aktarım aracı olarak konumlanabilir. Her sanatçının kendi sessiz dili, diğerinin düşünme biçimiyle temas hâline gelir. Burada amaç geçmişi yeniden üretmek değil, görsel geleneklerin nasıl dönüştüğünü anlayarak bugüne ilişkin bir bakış açısı geliştirmektir. Çünkü sanatta gerçek yenilik, kendisini öncekilerle kurduğu bilinçli ilişki üzerinden var eder. Bu nedenle farklı kuşakların birlikte ürettiği her sergi, aslında bir tür görsel müzakere alanıdır.
“İzleyicide Kalan Sessiz Diyalog”
Son olarak, bu sergiden ayrılan bir izleyicinin zihninde veya duygusunda ne kalmasını istersiniz?
“Ağaçlar Gibi Konuşmak” bir sonuç değil, bir düşünme alanı olarak tasarlandı. Her iş, sessiz bir biçimde başka bir işe temas ederken, izleyici de bu temasın parçası hâline gelsin istedik. Sergiden çıkan birinin aklında, biçimsel ya da tematik bir bütünlükten çok, kendi hazır bulunuşluğu dahilinde bir oluş hali kalmalı. Yönlendirilmeden, uzun uzun metinler okumadan, kuşaklar arası sessiz diyaloğa saf bir kişisel deneyim alanı olarak bakılmalı. Bir sanat tarihçisi olarak öncelikle yönlendirici metinlere kapılmadan izleyici ve eserin ilk karşılaşma anının belirleyici olduğuna inanıyorum. Geri kalan bütün her şey bu anın üzerine inşa ediliyor. O nedenle herkes sessizliğin sesini kendi belleğindeki notalarla duymaya çalışmalı.
7 Ekim’de açılan “Ağaçlar Gibi Konuşmak” sergisinin, 16 Kasım’a kadar Brieflyart’ta ziyaret edebileceğini de hatırlatalım okuyucularımıza ve bize zaman ayırdığınız için de çok teşekkürler Aslı hanım
Ben de teşekkür ederim