
BİLDİĞİN GİBİ DEĞİL: KARDEŞLİK, HAFIZA VE SUSKUNLUK ÜZERİNE
İlk filmi Borç ile sade ama derin bir hikâye anlatıcısı olarak dikkat çeken senarist ve yönetmen Vuslat Saraçoğlu, bu kez Bildiğin Gibi Değil ile karşımızda. Yönetmen, ikinci uzun metrajında aile bağlarını, kardeşlik ilişkilerini ve geçmişle yüzleşmeyi merkezine alıyor. Söyleşi: Serpil Boydak
2018 yapımı 'Borç' filmiyle büyük beğeni toplayan ve 37. İstanbul Film Festivali’nden Altın Lale Ödülü’ne layık görülen Saraçoğlu, ikinci filmi Bildiğin Gibi Değil’de (2024), bu kez babalarının cenazesi için Tokat’ta bir araya gelen üç kardeşin hikâyesini anlatıyor. Kardeşler zaman zaman birbirlerine yakınlaşıyor, bazen de ciddi gerginliklerle yüzleşiyorlar. Bir anda kurulan ittifaklar hızla dağılırken, güç dengeleri de sürekli değişiyor. Hazal Türesan, Serdar Orçin ve Alican Yücesoy canlandırdığı kardeşler, aynı geçmişe baksalar da her biri farklı bir hikâye hatırlıyor. Saraçoğlu, Tokat’taki kendi evinde çektiği bu filmde hem gerçekçi hem duygusal bir atmosfer kurarak, aynı olayın herkeste farklı bir iz bırakabileceği aynı olayın herkesin zihninde farklı izler bırakabileceği fikrini incelikle işliyor.
43. İstanbul Film Festivali’nde dört ödül birden kazanan Bildiğin Gibi Değil; 2024 İstanbul Kariyo & Ababay Vakfı Jüri Özel Ödülü (Onat Kutlar anısına), En İyi Senaryo, En İyi Erkek Oyuncu (Alican Yücesoy & Serdar Orçin) ve En İyi Kurgu dallarınsa ödüle layık görüldü. Vuslat Saraçoğlu ile 10 Ekim’de vizyona giren Bildiğin Gibi Değil filminin doğuşunu, çekim sürecini, oyuncularla kurduğu özel bağı ve kardeşlik temasına yaklaşımını konuştuk.
İkinci uzun metrajlı filminiz “Bildiğin Gibi Değil” vizyona girdi. Nereden aklınıza geldi bu hikâyeyi anlatmak? Bu film nasıl doğdu?
2016 yılında, yaz tatilinde arkadaşlarla ilginç bir oyun oynuyorduk. Bu sırada farklı muhabbetler açıldı; ailelerimizden, arkadaşlarımızdan bahsettik. Konu ailelerimize geldi, arkadaşlarımıza geldi. İçimizde birbiriyle kardeş olan insanlar da vardı. Fark ettik ki, ortak geçmişi olan kardeşler veya arkadaşlar, yaşadıklarını tamamen farklı hatırlıyorlar. Birisi için çok iyi bir anı, diğeri için hiç de öyle olmayabiliyordu. Böylece fark ettik ki, herkes geçmişi farklı algılıyor. Biri “Burada şöyle bir olay olmuştu” derken, diğeri “Hayır, hiç öyle olmamıştı” diyordu. Bu bana geçmişi yorumlama biçiminin ne kadar öznel olduğunu düşündürdü.
Ortak geçmiş sadece arkadaşlar arasında değil, aile içinde de olabiliyor; ama aile olunca işler daha da karmaşıklaşıyor. Ortak anne babaya sahip olunsa da, her çocuğun onları algılama biçimi farklı olabiliyor. Bir anne babanın birinci çocukla ilişkisi, üçüncü çocukla ilişkisi bambaşka olabiliyor. Bu, hem zamanla hem kişiliklerin değişimiyle hem de çocukların onları yorumlayış biçimiyle ilgili bir durum olabiliyor. Bu konular çok ilgimi çekti. Dedim ki: Kardeşlik denen şey bir masaya yatırılabilir mi acaba?
Sizin de kardeşleriniz var değil mi?
Evet, evet. Benim de iki abim var. Yani abilerimin filmdeki karakterlerle alakası yok ama ben de biraz o üç olmanın dinamiklerinden faydalandım. İkiye bir taraflaşmalar çok olur. En küçük kardeşsen, mesela kız kardeş olduğum için ben, iki abim olduğu için onlar beni arasına alsın diye yaptığım birtakım hamleler oluyordu. Filmdeki hikâyede de benzer bir durum var; örneğin futbolcu isimlerini öğrenmeye çalışmak gibi küçük hamleler. Seni ortamlara götürmedikleri için tek başına kalıyorsun, ama onlar mutlu olsun ve seni sevsin diye bazı birikimler ediniyorsun. Ben de abilerimle ilişkilerimden yola çıkarak bu dinamikleri filme taşıdım.
Yani o arkadaşlarınızdan gördüğünüz hikâyeyi filmde kullandınız ama sizden de hikâyeler var filminizde değil mi?
Benden direkt olarak “bu var” diyemem, ama tabii ki tanıdığım ortamlar etkili oldu. Zaten şehir benim doğduğum şehir. Benim de iki abim var; kız kardeş olmanın ve üç kişi olmanın ne demek olduğunu biliyorum. Sosyo-kültürel olarak bizim ailemiz biraz farklı ama bu dinamikler ilham verdi.
Onun dışında işte bu kardeşliğin aşk-nefret ilişkisi de benim çok ilgimi çekti. Bir anda gerilim yaşanıyor, sonra sanki hiçbir şey olmamış gibi aşırı bir sevgi seli geliyor. Bu duygular, benim çok ilgimi çeken şeyler. Sizin de muhtemelen yakından bildiğiniz gibi, kardeşinize karşı çok hassas oluyorsunuz. Küçük bir dokunuş bile fark yaratabiliyor. Kardeşlikte “bagajlar” var; örneğin bir sözün dört anlamı olabilir. Belki dalga geçiyordur, belki geçmişten bir intikamını alıyordur ya da aşırı bir sevgi ifadesi olabilir. Ben de bu kısımları biraz mercek altına alıp büyütmek istedim.
“Tokat ili, filmin dördüncü karakteri”
Peki, ailenin hikâyelerde olması nedeniyle mi kendi memleketiniz Tokat’ta ve kendi evinizde çekmek istediniz? Yoksa yapım maliyetlerini düşürmek için miydi bu hamle?
Gerçekten de kendi evimde çekmemin nedeni kısmen oydu. Bir de pratik bir zorluk vardı; Tokat’ta insanlar evlerini asla kısa vadeli kiralamak istemiyorlar. Çok istisnaları var tabii. Biz başka bir ev bulmayı düşündük ama uygun bir yer bulamadık. Sonuçta anneme ve aileme ait, ailemin orada oturmadığı bir evi kullandık. İçinde kiracılar vardı; onları başka bir yere taşıdık ve evi baştan kurduk. Sanat ekibimiz her şeyi yeniden dizdi.
Yani teknik olarak evin bizim olmaması da mümkün olabilirdi; ama Tokat’ı özellikle seçtim. Küçük bir şehir olması gerekiyordu. Filmimde Tokat şehri karakterlerden biri. İlk filmimde Eskişehir sadece fonda duruyordu, filmin karakterlerinden biri değildi. Burada ise karakterlerimi iyi tanıdığım gibi, bir karakter olan şehri de iyi tanımam gerekiyordu ki dışsal bir bakış açısı geliştirmeyeyim.Tabii bir avantajı da oldu, destek bulmam daha kolay oldu. Yüksek miktarda maddi bir destek değil ama manevi olarak akrabalar ve tanıdıklar yardımcı oldu. Bu da çekimler sırasında rahatlık sağladı. Tokat’ı seçmemin nedeni tam olarak bu.
Yapım sürecini biraz daha anlatabilir misiniz? Hikâyenizi oluşturdunuz, senaryonuzu yazdınız... Senaryo aşamasında herhangi bir fondan destek aldınız mı? Yoksa “tamam, oldu” deyip direkt çekim aşamasına mı geçtiniz? Sonrası nasıl gelişti?
Antalya Film Festivali’nin Pitching Platformu’na katıldım. Oradan bir ödül ve destek aldık ama bu destek senaryoyu yönlendiren türden bir şey değildi. Senaryoyu tamamen kendi istediğim biçimde finalize ettim.
Bu süreçte oyuncularımdan çok büyük destek aldım. Onlara senaryoyu erkenden veriyorum ve oldukça esnek bir çalışma alanı tanıyorum. Genellikle setten 5-6 ay önce anlaşırız; o süreçte senaryoyu detaylıca konuşuruz. Oyuncuların katkıları bu aşamada çok değerli oluyor. Zaten bu yüzden filmde “senaryoya katkıda bulunanlar” arasında isimleri de geçiyor.
Diyalogları hazırlarken mi oyuncularla birlikte çalışıyorsunuz?
Evet, özellikle sahneleri konuşurken birlikte çalışıyoruz; o kısmı çok önemsiyorum. Çünkü o zaman oyuncuların performanslarıyla karaktere daha çok nüfuz ettiklerini düşünüyorum. Oyuncular filmi ne kadar sahiplenirse, o kadar iyi oynuyorlar bana göre.
Bir de hepsi çok zeki, sanatsal yönü güçlü ve Türkiye toplumunu iyi tanıyan insanlardı. Bu karakterleri de yakından biliyorlardı. Onların da deneyimlerini ve gözlemlerini kendi bildiklerimle harmanlamak bana çok mantıklı geldi. Yani aslında senaryodaki en önemli destek, onların katkısıydı diyebilirim.
Peki, oyuncuları nasıl seçtiniz? Serdar Orçin ilk filminizde de vardı. Belki oradan aklınızdaydı.
Evet, aynen öyle. Serdar’la zaten ilk filmden sonra dost olmuştuk. O dönem sık sık görüşüyorduk, ben de yeni film üzerinde çalışıyordum. Serdar’la sohbetlerimizde film sık sık gündeme geliyordu.
Tabii bir de Ece Dizdar var; şu an Serdar’la evliler. Onun da bu süreçte büyük katkısı oldu. Hatta Ece, “Hazal Türesan diye bir oyuncu var, bir bak istersin belki” dedi. Hazal aslında dizilerde oynuyormuş. Hazal’ı o zamana kadar tanımıyordum ama araştırınca ve tanışınca çok sevdim. Aslında hem Serdar hem Hazal’la çalışmam biraz Ece’nin yönlendirmesiyle oldu diyebilirim. O da şöyle... Bir tambur sahnesi var ya filmde.
Serdar bey tanburu gerçekten çalıyor, değil mi?
Evet, gerçekten çalıyor. Ama daha önce hiç bilmiyordu. Aslında ben Serdar’ı bu rol için düşünüyordum ama tanbur çok zor bir enstrüman olduğu için bunu teklif etmeye çekindim. Haftada dört beş gün ders almak, sırf film için yeni bir çalgıyı öğrenmek kolay bir şey değil. Bu yüzden önce bir müzisyen ya da telli çalgılarda deneyimi olan bir oyuncu bulmayı düşünmüştüm.
Ama Ece orada devreye girdi. “Serdar bunu yapabilir, neden başka insanlara bakıyorsun?” dedi. Bu konuşma da Serdar’ın doğum gününde oldu hatta. Kısacası Serdar ve Hazal’ın seçiminde Ece’nin payı büyük. Sonrasında kas direktörümüz Mine Güler dahil oldu, kalan oyuncuları onunla birlikte seçtik.
“Bu film sadece benim filmim değil, hepimizin filmi oldu”
Oyuncuları seçerken nelere dikkat ettiniz?
Öncelikle kişilik olarak düzgün, sağlam karakterli insanlar olmalarına çok önem verdim. Çünkü benim çalışma tarzımda oyunculara büyük bir alan tanıyorum; sert, otoriter bir yönetmen değilim. Ama bazı insanlar bu yaklaşımı “zayıflık” olarak algılayabiliyor. O yüzden iş birliğine açık, paylaşımcı oyuncular istedim. Oyuncularımdan biri “ne istediğini bilmiyor mu ki bana soruyor?” gibi bir tavırla yaklaşıyorsa, o setin ruhunu bozar.
Yani birçok insan muktedir bir insan istiyorlar ya karşılarında. Ben o role hiç uymuyorum. Yani benim kafa karışıklıklarım da bellidir. Bilmediğim şeyi bilmiyorum da derim. Bir kere oyuncularım o açıdan çok sağlam karakterliydiler. Onlara dikkat ettim.
Bir de benim için “ciddiyet” kadar “kendini bırakabilme” hali de önemliydi. Çünkü kardeşlik ilişkilerinde zaman zaman gevşeyen, hatta cıvıklaşan anlar olur. O doğallığı yakalayabilmek için, hem iç disiplini olan hem de gerektiğinde kendini bırakabilen oyuncular aradım. Neyse ki kadro tam da öyle insanlardan oluştu.
Daha önceden de birlikte çalışmışlar mıydı bu oyuncular başka işlerde?
Hayır, Hazal ne Serdar'la ne de da Alican'la daha önce hiç çalışmamıştı. Sanırım Serdar'la Alican'ın çok küçük bir deneyimi olmuş ama böyle yoğun bir şekilde asla birlikte oynamamışlardı.
Yani arkadaş olarak gelmediler filme?
Yok yok, hiç öyle değil. Hazal zaten ikisini de ilk kez tanıdı. Serdar’la Alican da daha çok uzaktan tanışıyorlardı. Festivallerdeki selamlaşmalar gibi. Yakın arkadaş değillerdi.
Ben özellikle aralarındaki kimyaya çok dikkat ettim. Gerçek hayatta da iyi anlaşabilirler mi, birlikte gülebilirler mi, eğlenebilirler mi, diye düşündüm hep.
İstanbul Film Festivali’nin ödül töreninde sizi hep birlikte gördüğümde — tabii ödül de alınmıştı, ortam zaten çok keyifliydi — ama dışarıdan bakınca sanki kırk yıllık dost gibiydiniz.
Evet gerçekten öyle oldu. Onlar hakikaten kardeş gibi oldular. Biz de hepimiz hala çok yakın ilişkiler içindeyiz.
Biraz da şu coşkuyu yaşıyoruz: Herkes hücrelerine kadar filme bir şey taşıdı. Bu yüzden bu film sadece “benim filmim değil, hepimizin filmi” oldu. Bunu bir laf icabı söylemiyorum gerçekten öyle. Yönetmen biraz daha böyle üstledir ya ama benim öyle bir iddiam yok. Derdim sadece filmin sıcak, içten olmasıydı. Zorlama, kasıntı bir iş olmasın istedim. Yapım ekibimiz de aynı anlayıştaydı.
Herkes kendi emeğini katarken öyle bir uyum yakalandı ki, tüm katkılar birbiriyle harmonize oldu. O yüzden bu filmi birlikte üretmenin coşkusunu hala yaşıyoruz.
Beraber bir şey üretmek, gerçekten çok kıymetli bir duygu ve bence bu da filme çok güzel yansıdı.
Çekimleriniz ne kadar sürdü?
2,5 hafta gibi kısa sürede çekimlerimizi tamamladık.
'Üç yıl süren bir yolculuk'
Toplamda senaryonun başlangıcından itibaren vizyona girene kadar kaç yıl geçti?
Maalesef epey zaman geçti. Film, 2024 İstanbul Film Festivali’nde ilk kez gösterildi. Ancak aslında 2023’ün sonunda Antalya Film Festivali’ne seçilmişti. Festival iptal olunca süreç yaklaşık altı ay gecikti.
Biz filmi 2022’nin temmuz ayında çektik, 2024’ün nisan ayında ise ilk kez gösterdik. Şimdi de vizyonda. Yani çekimlerden vizyona kadar üç yılı aşkın bir süre geçmiş oldu. Hem Antalya’daki iptal süreci hem de ülkedeki bazı koşullar nedeniyle vizyona girmek için biraz daha sakin bir zamanı bekledik.
İlk gösteriminiz İstanbul Film Festivali’ndeydi ve orada dört ödül aldınız. Bu size neler hissettirdi, film nasıl karşılandı?
Tabii ki çok sevindim. Filmin çok güzel karşılandığını düşünüyorum. İzleyicilerin tepkisi bizim için gerçekten şaşırtıcıydı. Filmin sıcak ve yer yer komik yanları olduğunu biliyorduk ama insanların bu kadar peş peşe güleceği bir film olacağını düşünmemiştik. İki salonda da neredeyse komedi filmlerinde verilen türden tepkiler geldi, kahkahalar, alkışlar... Bu bizim için çok güzel bir histi.
Bir de jürinin bu konuda seyirciyle aynı noktada buluşması bizi ayrıca mutlu etti. Çünkü bu pek sık rastlanan bir durum değil; genelde seyirciyle jüri arasında bir ayrışma olur.
Dört ödül beklemiyorduk, itiraf edeyim. Ama çok mutlu olduk, hatta biraz şaşırdık.
Yaptığınız işten emin olduğunuz için değil mi?
Gerçi seçkide başka çok güzel filmler de vardı, o yüzden daha da anlamlı oldu bizim için. İlk filmimde “En İyi Film” ödülünü aldığımda çok şaşırmıştım; belki bu kez o şaşkınlık kısmı biraz azalmıştır ama mutluluk aynıydı. Yine de beklediğimiz bir şey değildi dört ödül almak. Çok mutlu oldum. Özellikle senaryo ödülüne çok sevindim. Açıkçası hep hayalini kurduğum bir ödüldü o. Çok mutlu oldum.
Festival başarısının ardından gelen sürpriz klip
Peki bu filminizin ardından bir de klip çektiniz. O nasıl ortaya çıktı?
Filmde üç kardeşin yer aldığı bir sahne var. Dışarıdan çok eğlenceli görünüyor ama aslında çok anlamlı bir sahne. Filmin eğlencesine eğlence katan ek bir sahne gibi duruyor. O sahnenin şöyle bir anlamı var: Bu üç kardeş kültürel, politik ve yaşam biçimi olarak bambaşka yönlere savrulmuş kişiler. Fakat geçmişlerinde bu şarkının yeri var ve hepsi sözlerini ezbere biliyor.
Radyoda o şarkı çaldığında üzerlerine giydikleri tüm kimliklerden sıyrılıp çocukluklarındaki hallerine dönüyorlar. O an, onların geçmişte eridikleri bir an aslında. Benim için çok kıymetliydi. O şarkıyı ben de çok severim bu arada. Ben müzikle de ilgiliyim.
Sonrasında klip çekmek gibi bir planımız yoktu ama sizin de söylediğiniz gibi filmden sonra da birlikte vakit geçiren, üretmekten zevk alan bir ekip olduk. O sebeple dedik ki madem birlikte bu kadar keyif alıyoruz, o sahnedeki şarkıyı bir de stüdyoda söyleyelim.
Vizyona girmeden önce onu da paylaşmış oluruz. Hepimizin müzikle bir bağı olduğu için bizim için çok eğlenceli bir deneyim oldu.
Birbirimize daha fazla yaklaşmanın, birlikte üretmenin başka bir yoluydu bu. Çünkü ürettikçe birbirimize yaklaşan bir ekibiz. Bir vesile aradık yani. Başka nasıl birbirimize yaklaşabiliriz daha fazla diye.
Çok da eğlenmişsiniz çekimde
Evet çekimde de çok eğlendik.
Hepinizin sesine de yakışmış bu şarkı ve güzel söylemişsiniz. Ses kaydında zorluk yaşadınız mı?
Evet, zordu. Şarkı da zor bir şarkıydı. Ama çok eğlendik. Seslerimizin birbirine yakıştığını söylemeniz de beni çok mutlu etti. Umarım İbrahim Erkal hayranları da öyle düşünüyordur, bize kızmıyorlardır. (gülüyor)
Kardeşlikte aşk ve öfke iç içe
Filmin kardeşlik ilişkisini merkezine aldığınız sahnelerde alt metinde başka temalar da var. Bunları biraz açabilir misiniz?
Evet, kardeşlik, hafıza, o kardeşlikteki aşk-nefret dengesi… Üç olmak… Bunların hepsi iç içe. Bu yakınlık ilişkileri sadece kardeşlik için değil, dostluklar için de geçerli aslında.
Bazen çok yakın olduğumuz insanların içlerinde sakladıkları sırları hiç bilemeyebiliyoruz. Bunlar da ancak tesadüfi vesilelerle ortaya çıkıyor. Yedi yıl önce iki yakın arkadaşımla ilgili bilmediğim iki gerçeği öğrendiğimde bunu çok düşündüm. Biz bu kadar yakınız, güya dertleşiyoruz ama ben onunla ilgili bunu nasıl bilmem dedim kendi kendime.
Sonra fark ettim ki bazı insanlar çocuklukta yaşadıkları travmaları kendilerine bile itiraf edemiyor ve kolay kolay paylaşamıyor. Ancak çok sıra dışı olaylar onları dışa çıkarabiliyor.
Bu farkındalık bana şunu öğretti: İnsanlara daha incelikle, daha dikkatle bakmalıyız. Yargılamadan, etiketlemeden… Çünkü o yüzeyde gördüğümüz kişilik özelliklerinin altında bambaşka hikâyeler olabiliyor. Bahsettiğim arkadaşlarımdan bir tanesinin, kimseden yardım isteyememe durumu vardı. Kimseden borç isteyemez, taşınır, her şeyi kendi yapar. Ben bunu biraz böyle şeye yorardım. Kibirlilik mi acaba derdim.
Güçlü gözükmeye mi çalışıyor?
Ama bunda çok yüzeyde bir yorum. Halbuki aslında onun sebebi filmdeki olan şeyle çok benzermiş. Çünkü bu insan o yaşta bunu yapamadığı için bu alışkanlığı geliştirememiş gibi bir durum var. Yani bazen o yüzeyde görünen kişilik özelliklerin arka planında o kadar köklü meseleler yatıyor olabiliyor ki, çevremizdeki insanlara daha iyi bakmalıyız ve hiçbir şey bildiğimiz gibi olmayabilir gerçekten.
Son yıllarda özellikle aile ilişkilerini anlatan filmlerde artış var. Siz de katılır mısınız bu gözleme?
Evet, ben de fark ediyorum. Ama neden bu kadar arttığını açıkçası tam bilemiyorum. Belki de psikolojiye olan ilginin artmasıyla ilgili. On yıl öncesine göre bugün çok daha fazla insan terapiye gidiyor, kendi ruhsal durumunu anlamaya çalışıyor. Artık herkesin dilinde “narsist”, “toksik ilişki” gibi kavramlar var. Haliyle psikolojiye ilgi artınca, onun en doğal uzantısı olan “aile” teması da sinemada daha fazla yer buldu diye düşünüyorum.
Açıkçası bunu siz daha iyi tespit edersiniz, akademisyenler, gazeteciler, sinema yazarları...
Filmi aileniz de izledi mi? Abilerinizin tepkisi ne oldu?
Henüz izleyemediler. Farklı şehirlerde yaşıyorlar; biri sık sık yurt dışına çıkan bir akademisyen, büyük abim müzisyen ve avukat, İzmir’de yaşıyor. Film henüz o şehirlerde gösterilemedi. Ankara’da bile hala gösterilemedi. İzmir’de gösterilemedi.
Yeni proje: Başrolde bu kez müzik var
Yeni projeniz belli mi?
Evet, yeni bir senaryom var. Yine küçük bir şehirde geçiyor ama bu kez biraz daha eğlenceli bir hikâye olacak. Bol müzikli bir film tasarlıyorum; bu defa müzik neredeyse başlı başına bir karakter gibi olacak. Müziğin insan üzerindeki etkisini, insanları nasıl eşitlediğini anlatmak istiyorum. Çünkü sinemada bir yönetmenin nasıl bir insan olduğunu filminden anlayabilirsiniz ama müzikte öyle değildir. Bir müzisyen çaldığında onun kim olduğunu, hangi görüşte olduğunu bilmezsiniz ama yine de sizi etkileyebilir. Bu bana çok büyüleyici geliyor. Müziğin o birleştirici, kimliksizleştirici gücü beni cezbediyor.
Müziğin hepimizi birleştiren, meditatif bir yanı da var. İnsanları, sonradan edindikleri kimliklerden ve kalıplardan soyutlayıp, daha saf bir düzlemde buluşturuyor. O alanın içtenliği ve özgürlüğü üzerine bir hikâye anlatmak istiyorum. Bol müzikli olacak.
Çekim tarihi belli mi?
Henüz belli değil ama film için başvurulara yavaş yavaş başlayacağım.
“Serdar’sız bir set düşünemiyorum”
Oyuncular belli mi?
Serdar Orçin dermişim. (Gülüyor.)
Almazsanız artık darılır herhalde. Filmlerinizin nazar boncuğu olabilir Serdar Orçin.
Şaka bir yana, artık Serdar’sız bir set düşünemiyorum, o kesin. Onunla ve önceki filmlerimde birlikte çalıştığım oyuncularla yeniden bir araya gelmek beni hep rahatlatıyor. Ozan Çelik de biliyorsunuz, ilk filmimde de vardı, bu filmde de yer aldı. Yani önce eski kadroya bir bakarım.
Senaryoyu yazarken bu sizi etkiliyor mu? Yani “Serdar bu sahneyi çok iyi oynar” gibi düşünüyor musunuz?
Olabilir tabii. Serdar’ı artık çok iyi tanıyorum, hangi duyguyu nasıl vereceğini biliyorum. Bunu çok iyi yapar dediğim yerler oluyor. Bir de şöyle bir şey var: Serdar, bizim filmlere kadar hep ciddi rollerle anılırdı. Özellikle Yazgı’daki o ağır imajıyla. Oysa kişilik olarak çok eğlenceli, komediye de inanılmaz yatkın bir insan. Yeni senaryoda da belki onun bu pek görülmemiş yanlarını daha fazla gösterebileceği sahneler koyabilirim.
Ben film yapmayı bir kişisel gelişim süreci gibi görüyorum”
Filminizi ilk kez büyük ekranda izlediğiniz an nasıldı?
İlk gösterim, ilk seyirciyle buluştuğu an mı? O çok fenaydı işte. Antalya iptal olunca o “ilk karşılaşma” hissi ertelenmişti. İstanbul Film Festivali’nde gösterilince, o bekleyişin ardından gelen kavuşma duygusu çok güçlüydü. Çok heyecanlandım. Hepimiz çok heyecanlandık. Filmin ilk 20 dakikasında kalbim duracak gibiydi. Sonra yavaş yavaş sakinleştim. Benim için çok özel bir andı. Mesela Borç'un ilk gösteriminde böyle olmamıştım. Bu filmde çok ayrı bir hisse kapıldım.
Filminizi defalarca izliyorsunuz. Bu sizde ne yaratıyor? “Keşke şunu şöyle yapsaydım” dediğiniz oluyor mu?
Oluyor ama çok nadir. Çünkü çıkan sonuçla barışığım. Bir konuda elinden geleni yaptıysan, ortaya çıkan şey senin o dönemdeki halinin bir yansımasıdır. Ben film yapmayı bir kariyer planlaması gibi değil, bir kişisel gelişim süreci gibi görüyorum. 35 yaşımda yapabildiğim film başka olur, 40’ımda başka. 35 yaşımda bu kadarını yapabildim. 40 yaşına geldim. Geçen sürede duygusal bir süreç geçirdim o da bu filme yansımış olabilir. Her dönemin kendi duygusu, kendi sınırı var. O yüzden sonuçla barışık olmak bana iyi geliyor.
Tembelliğe hiç tahammülüm yok. Bir işe başladığımda elimden gelenin en iyisini yapmaya çalışırım. Sonrasında çıkan sonuç, artık benim özümden gelen bir şey olur. Çünkü insan, olmadığı biri gibi davrandığında kendi potansiyeline de yaklaşamaz
Çok teşekkür ederim, seyirciniz bol olsun.
Ben teşekkür ederim.