ASİYE DİNÇSOY:

ASİYE DİNÇSOY: "OYUNCULUK BENİM İÇİN BİR DÖNÜŞÜM ALANI"

Kızıl Goncalar’ın Müyesser’i, Pelin Esmer’in ödüllü filmi “O da Bir Şey mi?”de bu kez Söke’ye uzanan bir hikâyeyle karşımızda. Söyleşi: Serpil Boydak

Son dönemde Kızıl Goncalar dizisindeki Müyesser karakteriyle dikkat çeken oyuncu Asiye Dinçsoy, hem sinemada hem de televizyonda güçlü ve etkileyici performansıyla adından söz ettiriyor.
“Bahoz”, “Toz Bezi”, “Press”, “Dirlik Düzenlik”, “Yüzleşme”, “Büyük Kuşatma” ve son olarak Pelin Esmer’in yeni filmi “O Da Bir Şey mi?” ile tanıdığımız Dinçsoy, canlandırdığı karakterlere toplumsal ve duygusal bir derinlik katmasıyla öne çıkıyor. Oyunculuğu “karşılıklı bir öğrenme ve dönüşme alanı” olarak tarif ediyor.
Sahnede ya da kameranın karşısında, hiçbir karakteri yalnız bir “rol” olarak görmeyen Dinçsoy, her birinin köklerini, acılarını, çatışmalarını ve dönüşümünü araştırarak, çalışarak yaşayan bir oyuncu. 17 Ekim’de vizyona giren Pelin Esmer’in yazıp yönettiği “O Da Bir Şey mi?” filmi 32. Adana Altın Koza Film Festivali’nden En İyi Film ve En İyi Yönetmen başta olmak üzere toplam 8 ödülle döndü. Filmde Emine karakterine hayat veren Asiye Dinçsoy ile Adana’da; filmin hikâyesini, kendi oyunculuk yaklaşımını yeni projelerini konuştuk.

Asiye Hanım, “O Da Bir Şey Mi” filminizin ilk gösterimi Rotterdam’da, Türkiye prömiyeri ise İstanbul’da yapıldı. Şimdi de Adana’dasınız. Bu filmde canlandırdığınız Emine karakterini bize biraz anlatabilir misiniz? Nasıl bir karakter?
Aslında karakterimden önce filmin hikâyesinden bahsedeyim. Film, taşrada yaşayan Aliye ile büyükşehirde yaşayan yönetmen Levent arasındaki ilişkiyi anlatıyor. Gerçekle kurmaca arasında gidip gelen bir yapısı var.
Aliye, kendi hikâyesini, çok iyi hikâye anlatan bir yönetmen olan Levent’e anlatıyor. Zaman zaman ona hikâyelerini sesli mesajlarla gönderiyor. Levent de orada bir film çekiyor. Aslında biri taşrada, diğeri metropolde yaşayan iki insanın hayatlarının içine nasıl sıkıştıklarını gösteren bir hikâye bu. Küçük bir konu gibi görünse de sosyolojik açıdan büyük şeyler söyleyen bir film.

Biraz da benim kendi hayat hikâyemle kesişiyor diyebilirim. Ben filmde Aliye’nin annesi Emine karakterini canlandırıyorum. Senaryo bana geldiğinde olayın Söke’de geçtiğini görünce çok şaşırdım. Çünkü ben de Söke’liyim. Bu büyük bir tesadüftü. Yönetmen Pelin Esmer, benim Söke’li olduğumu bilmiyormuş.
Filmde adı geçen, çocukluğumuzda hep kapalı olan Efes Sineması gerçekten de var. 1980’lerde kapanmıştı ve ben çocukken hep önünden geçerdim. O zamandan beri hiç gösterim yapılmamış. Hemen karşısında da bir otel bulunur. Senaryoyu okuduğumda çok etkilendim. Çünkü bir yönetmenin o yoldan geçmesi, orayı fark etmesi ve buradan bir hikâye kurması gerekiyordu. O yüzden çok şaşırdım ve bu projenin içinde olmak istedim.
Senaryosu çok iyi yazılmış. Paralel ilerleyen hikâyeleri yazmak zordur ama film bu geçişleri çok iyi kuruyor. Bence çok güzel bir hikâye ve geriye gerçekten çok iyi bir film kaldı.
Zaten Pelin Esmer, Türkiye’nin en önemli yönetmenlerinden biri. Bir dönemde çok önemli filmler yaptı ve hâlâ aynı çizgide devam ediyor. Bu yüzden bu filmin bir parçası olmak benim için çok kıymetli.

Daha önce Pelin Esmer ile çalışmış mıydınız, yoksa bu ilk miydi?
Hayır, ilk defa birlikte çalıştık.

Bu filmde nasıl bir araya geldiniz? Neden size geldi o rol?
Sanırım Pelin beni daha önce oynadığım filmlerden tanıyordu. Elbette en doğru cevabı ona sormak gerekir ama bana menajerim aracılığıyla ulaşıldı bana. Pelin Esmer yeni bir film çekecekmiş, seninle de görüşmek istiyor,” dedi. Böyle başladı aslında her şey. Bence her yönetmen, karakterini yaratırken oyuncusuyla birlikte o dünyayı kurar. Bizimki de tam olarak öyle bir yolculuktu.

Film, küçük insan hikâyeleri üzerine kurulu

Genel olarak proje seçimleriniz nasıl oluyor? Bir senaryoyu okuyup karar mı veriyorsunuz, yoksa “Pelin Esmer” ismi tek başına yeterli miydi sizin için? Oynayacağınız karakter de önemli mi?
Açıkçası artık bu konuda birçok denklemi birlikte değerlendiriyorum. Kariyerimin ilk yıllarında, “ne gelirse oynarım” dönemindeydim; çok fazla seçme şansım olmuyordu. Ama şimdi elbette iyi bir yönetmenle çalışmak çekici bir taraf. Diğer yandan, hikâyeye özellikle bakıyorum. Gerçekle bağını ne kadar kurmuş? Eğer kurgusal bir tarafı varsa, onu ne kadar işleyebilmiş? Karakterleri ne kadar derinlemesine yazmış? Bunların hepsi benim için önemli. 
Bu filmde de, Söke’de yaşayan biri olarak oranın havasını çok hissettim. Pelin, atmosferi çok güzel kurmuştu. Oradaki ilişki ağlarını çok güzel kurmuştu. Gerçekten Aliye’nin gençliği bana kendi çocukluğumu hatırlattı. Çocukluğumdaki Asiye de öyle hayaller kurardı.
Levent karakteri ise biraz benim şimdiki halim aslında biraz da. Metropolde yaşayan, sanatla ilgilenen biri olarak o duyguyu çok iyi biliyorum. Yani hem Aliye’yi hem Levent’i çok iyi anladım. Bildiklerimi bu senaryoda bu kadar doğru görmek beni çok tatmin etti. Bu yüzden hiç tereddüt etmeden içinde olmak istedim.

Siz Rotterdam’a gittiniz mi?
Rotterdam’a gidemedim çünkü o dönemde Kızıl Goncalar dizisinin setindeydik, o yüzden maalesef olamadı. Filmi ilk kez İstanbul Film Festivali’nde izledim.

Orada seyircilerden nasıl geri dönüşler aldınız? Çünkü genelde festival gösterimlerinden sonra bir söyleşi bölümü olur.
Çok güzel tepkiler geldi. Daha sonra film Rusya’da da gösterildi. Bulgaristan’da Sofya’da da gösterildi. Pelinle konuştuğumuzda çok güzel tepkiler geldiğini söyledi. Film, büyük olayları anlatan bir yapıda değil, daha çok küçük insan hikâyeleri üzerine kurulu. İlk bakışta kimsenin ilgisini çekmeyecekmiş gibi görünse de herkes kendinden bir parça buluyor içinde. Aslında filmin ismi gibi: “O da Bir Şey mi?” 
Hayatlarımızda “O da bir şey mi?” dediğimiz küçük şeylerin aslında ne kadar büyük ve anlamlı olduğunu hatırlatıyor. Bence kalıcı bir film olacak; hani bazı filmler vardır ya, zamanı olmayan… Öyle bir film bu. Hepimizin hikâyesi aslında. Hepimizin sıkışmışlıkları, gençliğinden birer parça… Çoğumuz taşralıyız, o duyguyu çok iyi biliriz. Oradaki hayallerimiz, birinin “önemli biri” olarak gelişiyle hayallerimizin nasıl katlandığını biliriz. Bu yolculukları hepimiz yaşadık bence. Çok doğru bir yerden yakalıyor.

Sökeli olduğunuz için çekimler sırasında eski arkadaşlarınızı gördünüz mü, sizin için ilginç anlar yaşandı mı?
Evet, film Söke’nin çok eski bir mahallesinde çekildi. Benim karakterimin evi de oradaydı. Oralarda çekim yapmak benim için gerçekten çok hoş bir deneyimdi.
Tabii ki haber yayılmış: “Söke’de film çekiliyor, Asiye oynuyormuş” diye. Eski arkadaşlarım, tanıdıklarım çok merak ettiler filmi; hatta orada da bir gösterim yapılacaktı. Ama şu anda ne durumda bilmiyorum.
Açıkçası çocukluğuma dönüp baktığımda, Söke gibi batıda bir şehir olmasına rağmen sanat anlamında imkanların çok kısıtlı. Tiyatrosu, sineması yok denecek kadar azdı. Bence bu tür şehirlerin çok daha aktif ve sanatsal olarak gelişmesi gerekiyor. Mesela Adana Altın Koza Film Festivali var ama neden bir Kuşadası ya da Söke Film Festivali olmasın? Çok büyük, potansiyeli yüksek bir şehir çünkü. Bu tür festivaller, özellikle üniversitelerle birlikte, şehirlerin dönüşümünde çok önemli bir rol oynuyor. Şimdi dijitalin gelişmesiyle sanata ulaşmak çok daha kolay. Ama benim çocukluğumda öyle değildi. Ben nasıl oyuncu oldum diye düşündüğümde, geçmişi çok kurcalamam gerekiyor ki nereden filizlendiğini bulayım.
O dönemde TRT’nin tiyatro oyunları vardı; şehir tiyatrolarının temsillerini çekip yayınlarlardı. Biz de oralardan tiyatro izlerdik. Ben 15-16, hatta 19 yaşıma kadar hiç canlı tiyatro izlemeden tiyatrocu olmaya karar verdim. Nasıl mı? İşte o da hayatın bana kurduğu başka bir hikâye...

Nasıl hayal ettiniz tiyatrocu olmayı? 
Aslında tiyatro ilk hedefim değildi. Ben genel olarak sanata yakın bir çocuktum. Resim yapardım, dansa çok ilgiliydim, çamurdan heykeller yapardık. Yani sanatsal yönüm hep vardı. Müziği de çok isterdim ama müzikle çok erken yaşta ilgilenmek gerekiyordu. Tiyatro ise hepsini kapsayan bir alan; içinde drama, dans, müzik… Her şeyden biraz var.
Belki her birinde “yarım” da olsan, hepsine dokunabiliyorsun. Bu yönüyle tiyatro bana çok ilgi çekici geldi. O dönemde çok okuyan bir çocuktum, tiyatro sanki o okuduklarımı, hissettiklerimi bir araya getiren bir yer gibiydi.

Okulu kazandınız, eğitime başladınız. İlk gün neler hissettiniz? “Evet, iyi ki bu bölüme girmişim” dediniz mi, yoksa sizi korkuttu mu?
Lise ve ortaokulda çalışkan bir öğrenciydim ama bir süre sonra hiçbir şey istememeye başladım. Bize sunulan olunması gereken meslekler; öğretmenlik, doktorluk, mühendislik bana hiç ilgi çekici gelmiyordu. O dönemde ablam İstanbul’da üniversitedeydi; onun yanına geldiğimde tesadüfen bir tiyatro kursuyla karşılaştım ve girdim. İstanbul Büyükşehir Belediyesi Tiyatrosu’nun alt gruplarının oluşturduğu bir kurstu bu. Orada hocalarımın yönlendirmesiyle konservatuvar sınavlarına hazırlanma kararı aldım.
Açıkçası o hazırlık sürecinde çok şey öğrendim. Çünkü oyunculukla ilgili hiçbir şey bilmiyordum; hatta oynayabilir miydim ondan bile emin değildim. Kendimi keşfetmem, “evet, oluyor galiba” diyebilmem uzun yıllarımı aldı.
Üniversite bana çok iyi geldi. Bazıları oyunculukta eğitim şart değildir derler, elbette alaylı çok iyi oyuncular var. Ama benim için, hiçbir şey bilmeyen biri olarak, o eğitim çok değerliydi.
Füsun Akatlı, Seçkin Selvi, Engin Cezzar, Gürhan Elmalıoğlu, Tijen Par, Ali Taygun gibi çok kıymetli hocalardan ders alma şansım oldu. Hepsini çok saygıyla anıyorum. Çoğunu ne yazık ki kaybettik… Artık eğitimler de o dönemdeki gibi değil; öyle hocalar kalmadı maalesef. O yüzden kendimi gerçekten şanslı hissediyorum, çok özel bir döneme denk geldim.

“Çok özel bir iş yapacaksın”

Aileniz oyuncu olma isteğinize nasıl yaklaştı? “Neden doktor olmuyorsun?” gibi bir yönlendirme ya da karşı çıkış oldu mu?
Çok ilginç bir dönemdi benim için. İlginçtir, hiç kimse karşı çıkmadı. Hatta babam, “Çok özel bir iş yapacaksın,” demişti. Mesleğin adını söylemedi ama ne demek istediğini anladım. Babam çiftçiydi ama çok aydın bir insandı. Dünyayı, insanı, hayatı anlamaya çalışan biriydi. Annem ise ev hanımıydı daha doğrusu ev emekçisiydi; altı kardeşiz biz, onun emeği çok büyüktür.
Altı kardeşiz biz. Altı çocuğu büyütmek kolay değil; annem gerçekten büyük bir emekle, bütün hayatını buna verdi. Babam da özellikle kız çocuklarını daha özgür yetiştirmek isterdi. Hepimizin okumasını çok destekledi, bunun için çok çabaladı. Kendi eğitimi yarım kaldığı için… Ekonomik koşullar ve babasının hastalığı nedeniyle lisedeyken okulu bırakmak zorunda kalmış. Çok başarılı bir öğrenciyken… O yüzden bizde o yarım kalan şeyi tamamlamayı çok istedi ve başardı da; hepimiz okuduk.
Tiyatro okumak istediğimi söylediğimde de hiçbir şekilde karşı çıkmadı. Aksine, “Çok özel bir iş yapacaksın, kıymetini bil,” dedi. Fakat babam bunların hiçbirini göremedi. Filmlerimi, bu noktaya gelişimi… 2006’da kaybettik onu. Ama içimde hep şöyle bir his var: Beni en başından beri tanıyan, gören, inanan biriydi. O güvenini ben hâlâ taşıyorum. Evin içinde sanata dair bir yönlendirme yoktu ama engelleyen bir baskı da olmadı. Aslında bu bile bir şanstı. Çünkü birçok kişinin ailesi “garanti meslek” ister ya… Bizde o olmadı. Ben neye ilgi duyuyorsam, kendimi nerede iyi hissediyorsam, onun peşinden gitmem konusunda desteklendim.

Son dönemde oynadığınız filmlere bakınca sanki daha çok bağımsız sinemayı tercih ediyorsunuz. Özellikle bu tür filmlerde yer almak gibi bir yöneliminiz mi var?
Açıkçası ben tiyatro bölümünden mezun olurken sadece tiyatro yapacağımı düşünüyordum. Sinemayla ilgili hiçbir planım yoktu. Mezuniyet oyunumuzu izlemeye gelen Kazım Öz o dönemde bir film çekiyordu. Kendisinin ilk uzun metraj filmi olacaktı, öncesinde “Fotoğraf” filmi vardı ama o orta metraj gibi. “Bahoz” filminde oynamıştım.
Benim bitirme projem Hamlet’ti; onu izledikten sonra bana ulaşıp “Bir film çekeceğim, auditiona gelir misin?” dedi. Ama ben o zamanlar sadece tiyatro yapmak istediğim için hiç auditiona gitmedim.
Ne zaman karşılaşsak “Neden gelmiyorsun?” derdi, ben de geçiştirirdim. Sonra bir gün tamam dedim, gittim. Bir sahne verdiler, denedim. Benim için tamamen yeni bir dünyaydı.
Sonra süreç uzadı, tekrar çağırdılar, tekrar denedik ve sonunda film oldu. Aslında sinemayla, kamera ve kurgu dünyasıyla ilişkim orada başladı. Çünkü tiyatro yapacaktım ben. “Ben sinema da yapabilirim,” diye bir düşüncem yoktu açıkçası. Ama o filmden sonra bir şekilde yolum oraya doğru aktı.
Tiyatro yapmaya da devam ettim ama daha çok bağımsız sinemada yer aldım. Bu bilinçli bir tercih değil, daha çok hayatın beni götürdüğü bir yön oldu. Bir sürü filmde oynamış oldum. Biraz şans, biraz denk gelme diyebilirim.

Tercih edilen oyunculardan birisiniz ve “Büyük Kuşatma” filminde de oynadınız. SİYAD 57. Türkiye Sineması Ödülleri’nde o filmdeki rolünüzle ödül aldınız. Bu filmdeki deneyiminizi anlatabilir misiniz?
Evet, “Büyük Kuşatma” benim için özel bir film. Senaryo bana geldiğinde ilk olarak yapımcının Vigo Film olduğunu öğrendim. Vigo Film, birbirine destek olan, farklı alanlarda çalışan ama aynı zamanda sinemaya gönül vermiş insanların kurduğu çok güzel bir oluşum. Birinin filmi olduğunda diğerleri destek veriyor. Bu tür birliktelikler, ekonomik olarak zor bir dönemde sinema üretiminin devam edebilmesi için çok kıymetli. 
Senaryoyu ilk okuduğumda beni en çok şaşırtan şey, hikâyenin ait olduğu sınıf oldu. Çünkü genellikle alt sınıfların, taşradaki insanların hikâyelerinde yer almıştım. Bu filmde ise daha “üst sınıf” bir dünyanın içinde yer alıyordum. Açıkçası ilk başta, bu kadar lüks mekânlarda bağımsız sinema nasıl çekilecek, kaynak bulunabilecek mi, diye düşündüm. Hatta o dönemki menajerimle de konuştuk bu konuyu.
Ama her şey tek tek çözüldü, inanılmaz bir özenle çalışıldı ve çok güzel bir film çıktı ortaya. Filmin sinema dili de çok beğenildi. SİYAD’dan gelen ödül de bizim için çok anlamlıydı. Çok iyi bir oyuncu kadrosuyla çalıştık; Alp Öyken, Kazakistan’dan Cannes’da ödül almış olan Samal Yeslyamova ve Dolunay Soysert gibi isimlerle bir aradaydık. Film hem içerik hem biçim olarak güçlüydü. Benim canlandırdığım karakter de oldukça farklı ve ilginçti; komedi tarafı olan ama incelikli, küçük espri dokunuşlarıyla derinleşen bir karakterdi. Oynaması benim için gerçekten çok keyifliydi.

Bence sektörün en önemli sorunlarından biri: Cesaret eksikliği

“Büyük Kuşatma”daki karakterinizin komedi tarafı olduğunu söylediniz. Bu arada geçmişinizde 2 Recep İvedik filmi de var değil mi? Onlar nasıl oldu? 
O işler aslında o dönem birlikte çalıştığım menajerim aracılığıyla geldi. İlk olarak Recep İvedik 1'de oynadım. Sonra orada Ertunç Şenkay vardı rahmetli Ertunç abi. O beni çok beğeniyordu sette. Hep hissediyordum uzaktan uzağa. Sonra Hatice Yakar vardı, o da yardımcı yönetmendi. Daha sonra Hatice’nin yönettiği “Öfkeli Çılgınlık Karamsar Çile” adlı filmde de oynadım. Hepsi sinemayı çok seven, bağımsız sinema yapmak isteyen güzel insanlardı. Çok iyi ilişkiler kurduk. Açıkçası Recep İvedik’in bu kadar popüler olacağını o dönemde kimse bilmiyordu. Ben o zaman öğrenciydim, para kazanmam gerekiyordu. Teklif geldi, kabul ettim. Senaryoya da çok hâkim değildim, neyin içinde olduğumu da tam olarak bilmiyordum.
Sonra ikinci film için teklif geldi. İkincisinde ise daha belirgin bir karakter oynadım.

Ve sonuçta filmografimde böyle bir sayfa da açılmış oldu. Bu konuda hiç mutsuz değilim. Bazen insanlar “O filmde neden oynadınız?” gibi sorular soruyorlar ama ben öyle düşünmüyorum. Sonuçta sektörde her şey yapılabilir. Ana akım sinema da var, bağımsız sinema da var. Bunları bu kadar kesin çizgilerle ayırdığımızda, sonra da “Neden bağımsız sinema yeterince görünür değil?” diye şikayet edebiliyoruz. Bence o iki dünyanın bir şekilde buluşması gerekiyor. Tabii “Recep İvedik” buna doğrudan bir örnek değil ama ben bir oyuncu olarak senaryodan ya da filmin gişesinden sorumlu değilim. Ben işimi gerektiği gibi yaparım, gerisi artık filmin yolculuğudur.


 

Google+ WhatsApp