TAYFUN PİRSELİMOĞLU: "BİRİYKEN BİR BAŞKASI OLMA HALİ, MODERN İNSANIN VAROLUŞ SANCISIDIR"
Tayfun Pirselimoğlu’nun merakla beklenen son filmi İdea, yalnızca bir karakterin değil, izleyicinin de kimliğini sorgulatıyor. Yönetmen, karanlık, absürt ve politik bir anlatımla modern insanın varoluş sancısını sinemaya taşıyor.
Serpil Boydak
Sinema salonlarında izleyiciyle buluşan “İdea”, Türkiye–Fransa–Romanya ortak yapımı bir projeyle Pirselimoğlu’nun sinemasına özgü karanlık atmosferi ve kimlik sorunsalını bir kez daha sahneye taşıyor. Başrolünde Tarhan Karagöz’ün yer aldığı film, gizemli bir kitabın peşine düşen Kemal’in yaşamının altüst oluşunu anlatırken, izleyiciye absürt ve politik bir dünyanın kapılarını aralıyor. Pirselimoğlu filmin çıkış noktasından mekan seçimlerine, oyuncu tercihinden günümüz sinemasının üretim krizine kadar pek çok konuya dair içten açıklamalarda bulundu. 44.İstanbul Film Festivali’nde Türkiye prömiyerini yapan İdea, 32. Adana Altın Koza Film Festivali’nde yönetmenle buluştuğumuz özel söyleşiyle daha da derinleşti. Pirselimoğlu, filmin çıkış noktasından mekan seçimlerine, oyuncu tercihinden günümüz sinemasının üretim krizine kadar pek çok konuya dair samimi ve çarpıcı cevaplar verdi.
İdea’nın hikâyesi sizde nasıl şekillendi? Çıkış noktası neydi?
Eski bir filmim var: Ben O Değilim. Orada sıradan bir adam bilinçli olarak başkasının kimliğini alıyor. Bu kez tersini düşündüm: “Peki ya biri kendi iradesi dışında başkasına dönüştürülse ne olur?” Kimlik problematiğine takıntılıyım. İdea da bu takıntının başka bir tezahürü aslında. Biriyken bir başkası olma hâli… Ama özellikle bu çağda, bu coğrafyada.
Bu karanlık hikâye size kaotik bir dünyanın çağrışımıyla mı geldi? Yoksa içinde komedi barındıran bir tarafı da var mıydı?
Komik değil, daha çok “saçma” olanla ilgili. Absürt bir zamanda yaşıyoruz; anlamın kaybolduğu, herkesin her şeyi başka türlü anlamlandırdığı bir çağ. “Bu nasıl oluyor da oluyor?” sorusu beni hep tetikliyor. Kendime anlatmaya çalışıyorum, izleyiciye değil.

“Kafkaesk tanımı bile yetersiz kalıyor”
Film için Kafka ya da Dostoyevski benzetmeleri yapılıyor. Siz nasıl bakıyorsunuz buna?
Elbette o damarlardan izler var ama bence daha ötesi var. Şu an yaşadığımız şey o klasik sıfatları aşan bir absürtlük barındırıyor. Ben sadece o ızdırabın bende yarattığı karşılığı aktarıyorum.
Peki izleyicinin beklentisi? Sizce anlattığınızı karşı tarafa geçirebildiniz mi?
Benim işim izah etmek değil. Sanat cevap sunmaz; var olanı işaret eder. Ben de absürt bulduğum şeyi kendi vizyonumdan aktarıyorum. Cevap bekleyen izleyicinin tatmin olmaması normal; çünkü denklem baştan yanlış kurulmuş oluyor.
“Aşırı üretim ve tüketim sinemayı niteliksizleştiriyor”
Yapım süreci ne kadar sürdü?
Artık filmler giderek daha uzun sürede tamamlanıyor. Fon bulmak zorlaştı. Ulusal fonlar yetersiz; bu nedenle yabancı ortaklıklarla ilerliyoruz. Bir de şu var: Çok fazla film çekiliyor. Bu kadar üretimin nitelikli olması zaten mümkün değil. İzleyici profili de değişti; artık parmağının ucunda milyonlarca film var. “Beğendim/beğenmedim” demesi bir dakika sürüyor. Bu şımarıklık çok kötü bir tüketici yarattı. Büyük festivallerde bile aynı durum geçerli.
İdea'nın yapım süresi ne kadar sürdü?
Yaklaşık 3–4 yıl. Eskiden bir-iki yılda film yapılabiliyordu; şimdi işler çok uzuyor.

“Mekân benim için bir oyuncu kadar önemli”
Söyleşinizde mekânın sizin için çok önemli olduğunu söylediniz. Neden?
Mekân filmin ana unsurlarından biri. Oyuncu kadar belirleyici. Bir sahnenin nerede geçtiği hikâyenin nasıl anlatılacağını belirler. Gezerken not aldığım, fotoğrafladığım yerler var. Bazen hikâye mekândan doğuyor. Bazen de mekân bulununca senaryo onun etrafında yeniden şekilleniyor.
Yunanistan’da bulduğunuz köşkten bahsetmiştiniz…
Evet, yıllar önce gördüğüm o köşk aklımdaydı. İdea için çok uygun olacağını hissettim. Aynı sahne başka bir mekânda çekilse bambaşka bir film olurdu. Mekân filmi yönlendirir.
Çekimlerde mekân dışında en çok hangi unsura dikkat ediyorsunuz?
İyi bir filmin çok zeki veya çok samimi olması gerektiğini düşünüyorum. Hem zekâ hem samimiyet çok kıymetli. Sinema izleyiciyi “vurmak” için çok elverişli bir sanat; ama ben tam tersini yapıyorum. Seyirciye dürüst davranmaktan yanayım.
Oyuncularınızı nasıl belirliyorsunuz? Yazarken aklınızda birileri oluyor mu?
Yazarken bazı karakterlerin fiziksel hatları çıkıyor. Bazen Ercan’ı düşünerek yazıyorum, bazen de tamamen yeni bir yüz. Audition yapmam. Tanımadığım oyuncularla bile uzun uzun konuşurum; futboldan hayattan… Birlikte dans etmeye benziyor bu.

“Eski oyuncuların unutulmuşluğuna üzülüyorum”
Enver Demirkan ve Gafur Uzuner gibi isimleri filmde görmek şaşırttı. Nasıl aklınıza geldiler?
Çocukluğumdan beri tanıdığım yüzler bunlar. Türkiye yetenek öğütmede çok mahir. O dönem oyuncuları çok iyiydi ama birçoğu çekmecede unutuldu. Ben o çekmeceleri açmayı seviyorum çünkü nasıl bir performans vereceklerini biliyorum.
“Kemal dışında kimsenin adı yok: Zamanı ve mekânı belirsizleştirmek istedim”
Filmde sadece ana karakter Kemal’in adı var. Bu bilinçli bir tercih mi?
Evet. İsim koymak bir dönemi ve coğrafyayı işaret eder. Ben daha evrensel ve zamansız bir atmosfer istedim. Zamanın ve mekânın müphem olması hikâyeye daha çok yakışıyor.
Filmlerinizde önceki yapımlara gönderme yaptığınız küçük detaylar oluyor. İdea’da da Keer’den bir parçayı kullandığınızı söylediniz. Neden?
Bu küçük oyunları seviyorum. Bazı izleyiciler fark etmeyecek, bazıları anlamlandırmayacak ama benim için bir sürekliliği temsil ediyor. Kendi külliyatım içinde küçük bilmeceler bırakmak bana keyif veriyor.


